Tarihi Kişiler, Tarihi Olaylar
Zaman zaman kendi yazılarıma da yer vereceğim blogumda, farklı yerlerde okuyup ilginç bulduğum yazıları kaynak göstererek paylaşıyorum.
6 Şubat 2015 Cuma
5 Şubat 2015 Perşembe
FAŞİZMİN 14 TEMEL ÖZELLİĞİ
Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt, 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı, Franco’nun İspanya’sı, Suharto’nun Endonezya’sı, Pinochet’nin Şili’si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit etmiş.
Britt’in çok tartışılan, hatta Umberto Eco’nun bir yazısından fazlaca esinlendiği söylenen ünlü makalesi, ‘yeni başlayanlar için 14 derste faşizm’i anlatıyor:
Britt’in çok tartışılan, hatta Umberto Eco’nun bir yazısından fazlaca esinlendiği söylenen ünlü makalesi, ‘yeni başlayanlar için 14 derste faşizm’i anlatıyor:
1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik: Faşist rejimler, sürekli olarak vatansever şiarlar, sloganlar, semboller, marşlar ve diğer ıvır zıvırı kullanma eğilimindedir.
2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi: Düşmandan korku ve güvenlik ihtiyacı nedeniyle, faşist rejim altındaki insanlar, ‘ihtiyaç’ gereği belirli durumlarda insan haklarının göz ardı edilebileceğine ikna edilirler. İnsanlar işkence, yargısız infaz, siyasal suikast, uzun süreli gözaltı gibi uygulamalara karşı başını başka tarafa çevirme, hatta bunları onaylama eğilimindedir.
3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması: Ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden düşmanın ortadan kaldırılması için insanlar histerik kalabalıklara katılıp sokaklara dökülür; Bu düşman tanımının içinde ırksal, etnik ya da dinsel azınlıklar, liberaller, komünistler, sosyalistler, teroristler, vs. vardır.
4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi: Yaygın yerel sorunlar olduğunda bile, orduya hükümet bütçesinden aşırı miktarda pay verilir ve yerel gündemler göz ardı edilir. Askerler ve ordu hizmetleri alabildiğini yüceltilir.
5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı:Faşist ulusların hükümetleri, neredeyse tamamen erkek-egemen olma eğilimindedir. Faşist rejimlerde, geleneksel cinsiyet rolleri daha katı hale getirilmiştir. Kürtaj karşıtlığı ve homofobi had safhadadır.
6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması: Kimi zaman medya hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda dolaylı olarak diğer genelgeler, mevzuatlar, sempatik medya temsilcileri ya da yöneticileri tarafından kontrol edilir. Sansür, özellikle savaş dönemlerinde oldukça yaygındır.
7. Ulusal güvenlik takıntısı: “Korku” hükümet tarafından, kitleler üzerinde harekete geçirici bir araç olarak kullanılır.
8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi: Faşist ulus hükümetleri, ulus içindeki en yaygın dini, kamuoyunu manipüle etmek için bir araç olarak kullanır. Dini retorik ve terminoloji, dinin ana doktrinlerinin hükümet politikalarına veya eylemlerine tamamen karşıt olduğu durumlarda dahi, hükümet liderleri tarafından yaygın olarak kullanılır.
9. Özel sermayenin gücünün korunması: Faşist uluslardaki sanayi ve iş aristokrasisi, sıklıkla hükümet liderlerini iktidara getirenlerdir. Bunu hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki tesis ederek ve belli bir iktidar eliti yaratarak yapar.
10. Emek gücünün baskı altına alınması: Faşist hükümete karşı tek gerçek tehdit emeğin örgütlü gücü olduğundan, işçi sendikaları ya tamamen saf dışı edilir ya da şiddetle baskı altına alınır.
11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi: Faşist uluslar, yüksek öğrenim ve akademiye karşı açık bir düşmanlığı körükler ve teşvik eder. Profesörlerin ve diğer akademisyenlerin sansüre uğraması, hatta tutuklanması yaygındır. Sanatta ifade özgürlüğü açıkça saldırı altındadır ve hükümetler genellikle sanata bütçe ayırmayı reddeder.
12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma: Faşist rejimlerde, polislere kanunları zorla uygulamaları için neredeyse sınırsız bir yetki verilir. İnsanlar genellikle, polisin suistimallerine göz yummaya ve hatta vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden feragat etmeye razı olur. Faşist uluslarda, sınırsız güce sahip ulusal bir polis kuvveti vardır.
13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama: Faşist rejimler neredeyse her zaman, yönetim kadrolarına birbirini atayarak hükümetin güç ve otoritesini onları hesap vermekten korumak için kullanan bir grup ahbap ile müttefikleri tarafından yönetilir. Ulusal kaynakların ve hatta hazinenin tahsisi ya da bunların hükümet liderleri tarafından açık bir şekilde gaspı, faşist rejimlerde rastlanmayan bir olgu değildir.
14. Hileli seçimler: Faşist uluslardaki seçimler bazen tamamen göz boyama amaçlı yapılır. Diğer zamanlarda ise seçimler, çamur atma kampanyaları, hatta muhalefet adaylarının öldürülmesi, seçmen oylarının ve seçim bölgelerinin kontrolü için yasama kurumlarının alet edilmesi ve medya manipülasyonu gölgesinde yapılır. Faşist uluslar, tipik olarak kendi yargı sistemini seçimleri manipüle ya da kontrol etmek için kullanır.
* Bu yazı siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’in Free Inquiry dergisinin bahar 2003 tarihli 23/2 sayısında yayınlanan makalesinden kısaltılarak çevrildi. (bianet)
28 Ocak 2015 Çarşamba
CHİUNE SUGİHARA: BİNLERCE YAHUDİYİ ÖLÜMDEN KURTARAN DİPLOMAT
Binlerce Yahudi’yi Nazilerden kurtardığı için ‘Japon Schindler’i olarak adlandırılan Chiune Sugihara’nın hikâyesi…
Kasım 1939’da, bir Japon diplomat olan Chine Sugihara, Litvanya’nın dönem başkenti olan Kaunas bölgesinde büyükelçilik görevine başlamıştı. Almanya ile Sovyetler birliği arasında yer alan 120,000 nüfuslu şehirde yaklaşık 30,000 kişilik bir Yahudi cemaati vardı. Barış içinde yaşayan Litvanyalı Yahudiler savaşın kendilerini etkilemeyeceğini zannederek, çok geç olana kadar tehlikenin farkına varmadılar. 1940 yılında Sovyetler Birliği ülkelerini işgal ettiklerinde ise, kaçmak için iş işten geçmişti.
Sovyetler, Kaunas’daki büyükelçiliklere ülkeyi terk etme emir vermişti. Eşyalarını toplarken, Sugihara’ya konsolosluk önünde bekleyen bir Yahudi temsilci grubunun kendisini görmek istediği bilgisi geldi. Bu gruba,yıllar sonra İsrail devletinde bakan olacak olan Yahudi mülteci Zerach Warhaftig başkanlık ediyordu. Sugihara kısa bir konuşma için temsilcilerle görüşmeyi kabul etti. Yahudi üyeler umutsuz bir istekle gelmişlerdi.
Litvanya’daki Yahudi göçmenler büyük sıkıntıdaydı, onlara kapılarını kapatan dünyaya bir çıkış yolu arıyorlardı. Dünyada herhangi bir yere göçmenlik vizesi almaları neredeyse imkansızdı. Umutsuzca sürdürdükleri girmelerine izin verecek ülke arayışlarında, bir Hollanda kolonisi olan Curacao ‘nun giriş vizesi istemediğini öğrendiler. Bu, Litvanya’dan ayrılmalarını sağlayabilirdi. Fakat savaş Batı’ya giden tüm olası güzergahları kapadığından, temsilciler transit vize istemiyle Japon konsolosuna gelmişlerdi. Bu transit vizelerle Sovyetler Birliğinden geçme izni alabileceklerdi.
Sugihara’nın Yahudileri kurtarabilmesi için Tokyo’daki Dışişleri Bakanlığı’ndan izin alıp Yahudilere vize vermesi gerekiyordu. Japon konsolosu vizelerin verilmesi için gerekli izni üstlerinden almak için zaman istedi. 9 gün sonra Tokyo’dan cevap geldi. Talep reddedilmiş, transit vizelerin verilmesi konusundaki yetkilendirme kabul edilmemişti.
Sugihara mültecilerin bu durumuna öyle üzüldü ki bakanlığının desteğini almaksızın, emirlere karşı gelmeye ve kendi inisiyatifiyle vizelerle uğraşmaya başladı. Konsolosluğun kapandığı ve Sugihara’nın ülkeyi terk etme zamanının geldiği ana kadar ki kısa sürede, eşi ile birlikte 10,000’e yakın Yahudiye Japonya vizesi çıkardı ve kendi hükümetine karşı geldi. Sugihara bazı pasaportları bizzat kendisi mühürledi. Hatta söylenen o ki, Litvanya’yı terk ederken tren istasyonunda bile hala pasaport mühürlüyormuş. Pasaport mühürleme işine yardım etmeleri için bir kaç Yahudi’yi de görevlendirmişti ve hiç Japonca bilmediklerinden bazı mühürler baş aşağı basılmıştı. Üç hafta süren vize çıkarma işleminden sonra Yahudiler Moskova’dan trene binerek, kendilerini Japonya’ya kadar götürecek yolculuğun başlangıcını yaptılar. Tüm bunlar yaşanırken, Sugihara Tokyo’dan kendisini vizeleri uygunsuz verdiği şeklinde uyaran mesajlar almaktaydı. Vizeyi alanlar arasında bir çok haham ve talmud öğrencileri vardı. Bu kurtuluş , Yahudi geleneksel okullarının yeniden kurulmasına imkan verdi.
Sugihara tarafından verilen vizeler, Yahudileri, 1941 Haziranında Litvanya’yı işgal eden Nazilerin ellerinden kurtardı.
Sugihara 1946’da ülkesine döndüğünde Japon dış işlerinden atıldı. Bunun isyankarlığın sonucu olduğunu biliyordu. Sonrasında yaşamını devam ettirmek için farklı işlerde çalışmak zorunda kaldı.
Mütevazi bir hayat süren Siguhara, kurtardığı binlerce Yahudinin çocukları ve torunlarının İsrail’deki Yad Vaşem yetkililerine ifade vermesinin ardından, vefatından bir sene önce, 1985 yılında İsrail’in en yüksek onur ödülünü aldı. Sugihara bugün Japonya’da bir kahraman olarak görülür.
Çeviri: Seda Alakay
Kaynak:www.yadvashem.org/yv/en/righteous/stories/sugihara.asp
Dayanamadım dünyalılar.org' tan aldım bu yazıyı belki siz de okumak istersiniz
NARSİSİZM VE SELFİE’NİN KISA TARİHİ
Selfie son zamanlarda yaygınlaşan yeni bir sosyalleşme biçiminin ilginç bir fenomeni. Birçoğumuz, bilgisayar ve akıllı telefon ekranlarında, başka insanların görmesi amacıyla, sanatsal kaygı duymadan, kendi kendimizi “yayınlıyoruz”. Önce tarihçesine bir göz atalım ardından da nedenlerini konuşalım…
Kusursuz aynalardan önce krallar, soylular, din adamları ressamlara kendi portrelerini yaptırırlar. Cam aynanın keşfiyle, ressamlar da kendi portrelerini yapmaya başlarlar. İlk ünlü oto portre, Dürer’in kendini İsa biçiminde tasvir ettiği tablodur (1499). Caravvagio’dan Rembrandt’a, Van Gogh’tan Picassso’ya pek çok ünlü ressam, farklı çehrelerle sayısız oto portre çizmiştir.
Oto portre bir anlamda sanatçının aynasıdır. Sanatçının kendi içine dönmesinin ve kendiyle “yüzleşmesinin” bir ürünüdür. Çok sayıda oto portre çizen F. Kahlo bunu, “en iyi bildiğim şey kendimdim”, diyerek açıklar. Aslında sanatçı, her halükarda kendine ve tarihine dönmek zorundadır. Cemil Meriç yazarı, okuyucunun karşısında çırılçıplak kalma cesareti gösteren kişi olarak tanımlar; ama sanatçı, seyircisinden önce aynada kendi çıplaklığına bakar.
Ayna görüntüyü kaydedemez, resim ise iyi ihtimalle gerçeğine benzer. İnsan soyunun kendi “kusursuz” suretini çerçevelemesi için birkaç yüzyıl beklemesi gerekmiştir. Taşınabilir fotoğraf makinelerinin icadı XIX. yüzyılın başlarına, hareketli görüntünün kaydı (sinema) sonlarına denk düşer.
Geçtiğimiz yüzyıldaki baş döndürücü teknolojik gelişmelerle ayna ve fotoğraf makinası sıradan birer eşya haline gelir. Fotoğraf makinaların küçülüp incelmesi, dijital teknolojiyle kadrajın ekrana yansıtılması, ekranın çeken tarafından görülmesi oto portre yapan ressamlar için aynanın işlevlerini yerine getirir. Bugün hepimizin cebinde oto portre çekebileceğimiz pratik cihazlar bulunur.
Oto portre resimde, fotoğrafta sanatsal bir biçimdir. Selfie ise son zamanlarda yaygınlaşan yeni bir sosyalleşme biçiminin ilginç bir fenomeni. Birçoğumuz, bilgisayar ve akıllı telefon ekranlarında, başka insanların görmesi amacıyla, sanatsal kaygı duymadan, kendi kendimizi “yayınlıyoruz”. Peki neden?
Ayna metaforu, kültürün diğer alanlarında olduğu gibi psikanalizde de sıkça kullanılır. Kohut, çocuğun ilk ihtiyacı olan teşhirci-büyüklenmeci gereksinimi ayna aktarımı olarak adlandırmıştır. Lacan’ın gelişim kuramında da çocuğun bütünleştiği imgesel düzenin adı ayna evresidir. Psikanalitik kuramcılar dürtülerden çok ilişkiye önem vermeye başladıkça, sağlıklı gelişimde aynalamanın (empatik yaklaşımın) önemi artar. Hatta beynimizde empati kurduğumuzda aktifleşen sinir hücrelerine ayna nöron adı verilmiştir.
Psikanalitik kuramlar, insan yavrusunun gelişimine dair ana hikâyenin farklı sürümleri olarak değerlendirilebilir. Yaşama çaresiz, bakıma muhtaç bir biçimde başlarız ve beğenilmek, onaylanmak, sevilmek esansiyel (temel) ruhsal ihtiyaçlarımızdır. Kültürün bir uzantısı ve üreticisi olan ailede yaşadığımız deneyimler (biyolojik kaderimizle birlikte) değer sistemimizi ve yaşama sevincimizi belirler. Freud’un muhteşem özetiyle sağlıklı birey, (kendisi dâhil) sevebilen ve üretebilen insandır. Aynası işi ve sevdikleridir kişinin.
Selfie, hem bir ayna, hem de bir aynalanma ihtiyacını/açlığını gösterir. Kendiliğimize (self’imize) başkalarıyla birlikte bakmak, kendi kusursuz, beğenilen imgemizi başkalarının gözünden izlemek isteriz. Selfie’mizi çekerken baktığımız ekran “ötekinin” gözüdür aslında. Yalnızca “önemli ötekiler” de yetmez bize. Birkaç yıl öncesine kadar yakınlara göstermekle yetinilen fotoğraflar/oto portreler artık takipçilere servis edilir. Bir nevi sahneye çıkma eylemidir bu. Artık sevdiklerimizin aynalaması yetersiz kaldığından; ilgili-ilgisiz, yakın-uzak birçok insanın beğenisini toplamaya (bir anlamda ünlü olmanın şartsız-koşulsuz ilgisine) yönelik bir gereksinimi işaret eder. Ne kadar çok “like” alırsak o kadar bütünlüklü ve değerli hissederiz. Bu durum (çocuksu) büyüklenmeci-teşhirci gereksinimin hem şiddeti hem de açlığıyla ilgilidir. Yani narsisistik ihtiyaçlarımızla…
Freud, “aşırı değer biçme” olarak özetlenebilecek ruhsal yanılsamaya, yukarıdaki mitostan hareketle narsisizm adını vermiştir. Kendini /ötekini / yaşamı sevebilme sorunu olarak narsisizm, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ruh sağlığı alanında en önemli klinik sorun haline gelir. Sanatta kırık ayna, boş çerçeve metaforları da aynı dönemde kullanılmaya başlanır. Tesadüfle açıklanamayacak bu süreç elbette ki sosyopolitik değişimlerle, yıkımlarla, kapitalizmle bire bir bağlantılıdır.
Boşluktaymış gibi bir insan psikolojisi yoktur ve toplum değiştikçe birey de değişir. Geç kapitalist dönemde yeterince aynalanamayan birey (çocuk), kendini değerli hissetmek için düzenin (annenin) ihtiyaçlarını karşılamaya yönelir. Tükettikçe düzene tutunabildiğini ve değerli olduğunu hisseder. Yani kendiliğin (self’in) güdülemediği arzuların peşine düşer. Yaşamımızdaki parçalanma ve yabancılaşma da buna tuz biber eker.
Özetle kendimizi değerli ve önemli hissetmek isteriz. Ailede ve toplumda bir birey olarak aynalanamamak bu derin ihtiyacı körükler. Modern şehirli, onaylanma, beğenilme, işe yarar şeyler üretme konusunda kendini kısır hisseder. Sosyal medyada paylaşılan “check-in”ler, “selfie”ler, “etkinlik”ler, duygusal haller izlenildiğimiz, beğenildiğimiz ve sevildiğimize dair bir ihtiyacın dışa vurumudur. Kendini kaptıranlar için ekranlar birer yanılsamaya, büyülü aynaya dönüşebilir.
www.bilalersoy.com
22 Ocak 2015 Perşembe
Mutsuz Ressam: Vincent Van Gogh
Gençliğinde
sanat simsarlığı yapmış olan ressam daha sonra Belçika’da bir madenci
kasabasında misyoner olmuştur.
Resme
1880’de başlamış olan Van Gogh, ilk çalışmalarında koyu ve kasvetli renkler
kullanmıştır. İzlenimcilik ve yeni izlenimcilik akımlarıyla tanışmasından sonra
canlı renklerle çalışmaya başlamıştır.
Fransa’da
geçirdiği yıllar yeteneğini geliştirmiş ve kendine özgü tarzını burada
bulmuştur.
1888'de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması
üzerine sol kulağının bir kısmını kesmiş, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı
sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar etmiştir. Kimi sanat tarihçileri
Gauguin ile yaptıkları hararetli bir tartışma sonucu Gauguin'in isteyerek ya da
kendini gard amaçlı olarak Van Gogh'un kulağını kestiğini de iddia ederler.
Van Gogh, resim
kariyeri boyunca kardeşi Theo'dan aldığı maddi destek sayesinde ayakta
durabilmiştir. İki kardeşin arkadaşlığı, 1872'den itibaren birbirlerine
yazdıkları mektuplarla belgelenmiştir.
20. yüzyıl sanatını
ciddi şekilde etkilemiş olan Van Gogh, Empresyonizm öncülerinden kabul edilmektedir.
21 Ocak 2015 Çarşamba
Gelmiş Geçmiş En Psikopat Katil; Ed Gein
Çeşitli sayfalarda seri katiller ile ilgili yazılar
görmüşsünüzdür ama bu yazı sadece en psikopatıyla ilgili.
Cinayetleri evini süslemek için yaptığını söyleyen, insan
derilerinden çeşitli eşyalar yapan bir katil. Bir insanın nasıl böyle bir ruh
hali olabilir, nasıl bu noktaya gelebilir diye düşünüyor insan…
Ed Gein, alkolik bir baba, dominant dindar
bir anne ve abisi Henry ile büyür. Annesinin kendisine olan etkisi çok
büyüktür. Babası ve abisinin ardından, annesi de vefat edince, Ed tek başına
kalır. Ed’in bu yalnızlığı onu deliliğe iter. Anatomi bilimini incelemeye
başlayan ve mezarlıktan cesetleri çalan Ed’in amacı, annesini tekrar
diriltmektir.
Annesini
diriltmeyi başaramayacağını anlayınca, annesinin yaşında bir kadının cesedinin
derisini yüzmeye karar verir ve arada sırada bu deriyi (annesinin eski
elbiseleriyle birlikte) elbise niyetine giyer.
Hayatı
boyunca cinsel ilişkide bulunmamış olan Gein, kadınlara karşı hissetiği
karmaşık duyguları pek anlayamaz ve bir kadın olma isteği geliştirir. İlk başlarda
kendi kendini hadım etmeyi düşünen Gein, bir kadın
derisinin kendisini yeterince kadınsı gösterdiğine inanarak, bu düşüncesinden
vazgeçer. Kadın vücutlarına duyduğu isteği gitgide daha da büyüyen Gein, bir
süre sonra sadece mezarlardan ceset çıkarmakla kalmaz, 1954 yılından itibaren bir cinayet işlemeye
karar verir ve kurbanını annesinin öldüğü yaştan seçer.
Deri
işlemesinde gün geçtikçe daha da hamaratlaşan Gein, bir süre sonra bunlardan
süs eşyaları yapmaya başlar.
İlk
cinayetinden sonra kasabanın şerifi Ed
Gein’in izini bulur ve tutuklar. Evde arama yapan polis, birçok kadavra, insan
dudaklarından yapılmış kolyeler ve diğer garip nesnelerle karşılaşır.Gein’in
birden çok daha fazla cinayet işlemiş olması gerektiğini düşünür, ama daha
sonra yapılan incelemelerle bu ceset parçalarının yakındaki mezarlıktan
çıkarılan yaşlı kadın cesetlerinden kesildiği anlaşılır. Gein, ölü sevicilik ve yamyamlık gibi
suçlamaları şiddetle inkar eder: kendisine göre cinayetleri sadece evini
süslemek için işlemiştir.
Doktorlar
Gein'e kronik şizofreni tanısı koymuşlardır. Ayrıca yaptıklarından yola
çıkarak, onun, gizli eşcinsel olabileceği de düşünülmüştür.
Deli
raporu sayesinde hapse konulmayan Gein, geri kalan hayatını ıslahevlerinde
geçirir ve 77 yaşında uzun
zamandır çektiği kanser hastalığı sonucu yaşamını yitirir.
Hayatı ve
cinayetleri filmlere ilham kaynağı olmuştur: Sapık (1960) , The Silence of
the Lambs (1991) ve Teksas Testere Katliamı (1973) en bilinen örnekleridir.
20 Ocak 2015 Salı
Zamanın Durduğu Şehir: Piripyat
Ukrayna'nın kuzeyinde, Kiev oblastında, terkedilmiş bir şehirdir. Şehir Çernobil Nükleer Santrali çalışanları için 1970 yılında kurulmuştur.
26 Nisan 1986'da 4.reaktörde meydana gelen patlama sonucu atmosfere çok sayıda radyoaktif madde saçılmıştı. Bu olay yüzbinlerce kişiyi öldürmüş ve milyonlarca kişiyi etkilemiştir. Bu patlama 20. yüzyılın ilk büyük nükleer kazasıdır.
Patlama sonucunda 49 bin nüfuslu Pripyat kenti 30 saatlik çalışma sonucu çevre illerden gelen 20 km’lik otobüs konvoyu ile boşaltılmıştır.
Yaklaşık 1000 yıl sonra tekrar yaşanabilecek radyasyon düzeyine erişebilecek olan şehir, bugün terkedilmiş haliyle ilgi çekmektedir.
Not: Buradan Piripyat sokaklarını gezebilirsiniz.
Ayrıca Çernobil felaketinin canlandırıldığı bir belgesel de var.
26 Nisan 1986'da 4.reaktörde meydana gelen patlama sonucu atmosfere çok sayıda radyoaktif madde saçılmıştı. Bu olay yüzbinlerce kişiyi öldürmüş ve milyonlarca kişiyi etkilemiştir. Bu patlama 20. yüzyılın ilk büyük nükleer kazasıdır.
Patlama sonucunda 49 bin nüfuslu Pripyat kenti 30 saatlik çalışma sonucu çevre illerden gelen 20 km’lik otobüs konvoyu ile boşaltılmıştır.
Yaklaşık 1000 yıl sonra tekrar yaşanabilecek radyasyon düzeyine erişebilecek olan şehir, bugün terkedilmiş haliyle ilgi çekmektedir.
Ayrıca Çernobil felaketinin canlandırıldığı bir belgesel de var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)